Cuma, Ocak 27, 2006

Bir Proje Yöneticisi Olarak; Mustafa Kemal ATATÜRK

Bir Proje Yöneticisi Olarak; Mustafa Kemal ATATÜRK

14 yaşıma girdiğim sene babam bana büyük önder ATATÜRK’ün kaleminden ortaya çıkan Nutuk adlı eserin yeni dile çevrilmiş halini hediye etmişti. O yaşlarımda bu eseri okurken genel amacım; Okul sıralarında öğrendiğim Kurtuluş Mücadelesinin hangi aşamalardan geçtiğini ve ne zorluklarla gerçekleştiğini birinci elden öğrenmekti.
Bu kitaptan edindiğim bilgileri tarih derslerinde detaylı olarak anlatmaktan çok büyük zevk ve gurur duyardım.

Aradan yıllar sonra bugün Nutuk’u tekrar ele alıp, başka bir amaçla incelemeye karar verdim. Bu seferki amacım ise Kurtuluş Savaşı sürecini bir Proje olarak irdelemek ve bu projenin yöneticiliğini üstlenen M. Kemal ATATÜRK’ün hangi proje yöneticiliğini vasıflarını bilfiil uyguladığını görmekti.

Pek çok proje yönetimi kitabında “Proje Yöneticisinin Rolü ve Sorumlukları” başlığı altında şu ifadeleri görmüşsünüzdür;

• Mevcut durumun analizi
• Hedeflerin belirlenmesi
• Organizasyonel yapının oluşturulması
• Ekibin motivasyonunu sağlamak
• Projenin planlanması ve kontrolü
• Doğru işe doğru kişiyi atama – Delegasyon
• Risklerin öngörülmesi ve önleyici yöntemler belirleme
• Finansal planlamanın yapılması ve gerekli onayların alınması
• Proje ekibindeki çatışma problemlerinin giderilmesi
• Gelişmeleri raporlama
• Problemlere çözüm oluşturma

Bu ifadeler daha da arttırılabilir.
Bu yazı dizisinde amacım; Atatürk’ün yukarıda saydığım rol ve sorumlulukların hangilerini, nasıl yerine getirdiğini Nutuk’taki ifadelerini inceleyerek, ortaya çıkarmaktır.
Bir diğer amacım ise, proje yönetimi ile ilgili yoğun teorik bilgiye sahip olan bir proje üyesine tarihi bir uygulama sunmak olacaktır.

Bu yazı dizisinin kapsamı Nutuk’un sadece ilk iki bölümü olacaktır. Kurtuluş Savaşı’nı, proje yönetimi bilimi çerçevesinde daha detaylı incelemeyi, siz değerli okuyuculara bırakacağım. Böylece bir diğer naçizane amacımın da tarihimizdeki bu büyük mücadelenin hangi aşamalardan geçtiğine dair okuyucuda merak uyandırmak olduğu da söyleyebilirim.
Okuyucu olarak özellikle, (Atatürk’ün Nutuk’ta kaleme aldığı kadarıyla) hedeflerindeki kararlılığına ayrıca çevresindekilere yönelik hitap biçimine, telgraf yazışmalarındaki anlatım gücüne, lütfen dikkat ediniz. İletişimin bir projede ne kadar önemli olduğunu daha iyi anlaşılacağndan eminim.

Bununla birlikte, Atatürk’ün projesini nasıl aşamalara böldüğünü ve her aşama için hedeflerini hangi kısıtlar ve varsayımlar altında tanımladığına şahit olacaksınız. Tabii ki bu hedeflere ulaşmasını engelleyecek problemlerin sayısından sanırım bahsetmeye gerek yok, bunu sizlerin tarih bilgisine bırakıyorum. (Aramızda kaç kişi proje hedeflerine ulaşmak isterken, suikaste uğrama tehdidi yaşıyor veya tutuklanma riski var?!!!)

Atatürk, Nutuk’un daha birinci bölümünde projesinin temel hedefini şu şekilde koyduğunu da hatırlatmak isterim:

“YA İSTİKLAL YA ÖLÜM
Temel ilke, Türk milletinin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır. Bu ilke, ancak tam istiklâle sahip olmakla gerçekleştirilebilir. Ne kadar zengin ve bolluk içinde olursa olsun istiklâlden yoksun millet, medeni insanlık dünyası karşısında uşak olmak mevkiinden yüksek bir muameleye layık görülemez.

Yabancı bir devletin koruyup kollayıcılığını kabul etmek insanlık vasıflarından yoksunluğu, güçsüzlük ve miskinliği itiraftan başka bir şey değildir.Gerçekten de bu seviyesizliğe düşmemiş olanların, isteyerek başına bir yabancı efendi getirmelerine asla ihtimal verilemez.

Halbuki Türk'ün haysiyeti, gururu ve kaabiliyeti çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet esir yaşamaktansa yok olsun daha iyidir!...
O halde, ya istiklal ya ölüm! “ Birinci Bölüm: Anadolu’nunDurumu ve Kurtuluş Çareleri
Bir diğer yandan da çevresindekilere liderlik etme sürecini, bu doğrultuda hedefleri kutsallaştırma ve insanları bu hedeflere doğru sürükleyebilme gücünü de kendi anlatımları çerçevesinde incelemeye çalışacağız.
Proje Yönetimi açısından tarihimizden bu proje örneğini incelerken, sizlerin de öneri ve düşüncelerinizle faydalı tartışma ortamları yaratacağınızı umarım.
Hatta benim bu yazı dizisinde ele almadığım veya kısaca geçtiğim noktaları gerekirse lütfen daha da ayrıntılandırın. Böylece benim ön adımını attığım bu girişimi daha da detaylı irdeleyebiliriz.
Bölüm I: Birinci Dünya Savaşında Anadolu’nun Durumu ve Kurtuluş Çareleri
Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk’u Kurtuluş Savaşı mücadelesinin başladığı gün olarak kabul ettiği 19 Mayıs 1919 tarihinden itibaren başlatır ve mücadele boyunca geçen tüm evreleri tüm açıklığıyla kaleme alır.

1.1. İçinde Bulunulan Durumun İncelenmesi

Bir Proje Yöneticisi olarak Atatürk, Nutuk’a Kurtuluş Savaşı projesinin başlamasına sebep olan etkileri oldukça geniş açılardan değerlendirmiştir. Diğer bir deyişle, bu projenin nedenlerini, sebeplerini ve hatta tarihçesini açıkça tanımlamıştır.
Örneğin ülkenin içinde bulunduğu genel durumu aşağıdaki sözleriyle ifade etmektedir:
“Osmanlı Devleti'nin içinde bulunduğu grup, I. Dünya Savaşı'nda yenilmiş, Osmanlı ordusu her tarafta zedelenmiş, şartları ağır bir ateşkes anlaşması imzalanmış. Büyük Savaş'ın uzun yılları boyunca millet yorgun ve fakir bir durumda. Milleti ve memleketi I. Dünya Savaşı'na sürükleyenler, kendi hayatlarını kurtarma kaygısına düşerek memleketten kaçmışlar. Saltanat ve hilâfet makamında oturan Vahdettin
soysuzlaşmış, şahsını ve bir de tahtını koruyabileceğini hayal ettiği alçakça tedbirler araştırmakta.

Damat Ferit Paşa 'nın başkanlığındaki hükûmet âciz, haysiyetsiz ve korkak. Yalnız padişahın iradesine boyun eğmekte ve onunla birlikte kendilerini koruyabilecekleri herhangi bir duruma razı.

Ordunun elinden silâhları ve cephanesi alınmış ve alınmakta...
İtilâf Devletleri, ateşkes anlaşmasının hükümlerine uymayı gerekli bulmuyorlar. Birer bahane ile İtilâf donanmaları ve askerleri İstanbul' da. Adana iIi Fransızlar; Urfa, Maraş, Ayıntap (Gaziantep) İngilizler tarafından işgal edilmiş. Antalya ve Konya'da İtalyan askerî birlikleri, Merzifon ve Samsun'da İngiliz
askerleri bulunuyor. Her tarafta yabancı subay ve memurlar ile özel ajanlar faaliyette. Nihayet, konuşmamıza başlangıç olarak aldığımız tarihten dört gün önce, 15 Mayıs 1919'da, İtilâl Devletleri'nin uygun bulması ile Yunan ordusuda İzmir'e çıkartılıyor. “

Bu genel görünüşü açıkladıktan sonra biraz daha detaylara inerek, öncelikle düşman işgalini meşrulaştırmaya çalışan örgütlerden bahsetmektedir.
“Merkezi İstanbul'da olan Trabzon ve Havalisi Adem-i Merkeziyet Cemiyeti'nin amacı ve siyasî hedefi adından anlaşılmaktadır. Her halde merkezden ayrılmak gayesini güdüyor.

Diyarbakır, Bitlis, Elâzığ illerinde, İstanbul'dan idare edilen Kürt Teali Cemiyeti vardı. Bu derneğin amacı yabancı devletlerin himâyesi altında bir Kürt devleti kurmaktı.
Karadeniz sahilindeki bölgelerde de bir Rum Pontus hükûmeti kurulacağı korkusu vardı. Müslüman halkı Rumların boyunduruğu altında bırakmayıp onların yaşama ve var olma haklarını koruma gayesiyle, bazı kimseler Trabzon'da da ayrıca bir dernek kurmuşlardı.

Konya ve dolaylarında İstanbul'dan yönetilen Tealî-i İslâm Cemiyeti'nin kurulmasına çalışılıyordu.

Memleketin hemen her tarafında itilâf ve Hürriyet , Sulh ve Selâmet Cemiyetleri de vardı.
İstanbul'da önemli sayılabilecek kuruluşlardan biri İngiliz Muhipleri Cemiyeti idi. Bu addan, İngilizlere dost olanların kurduğu bir dernek anlaşılmasın. Bence, bu derneği kuranlar kendi şahıslarını ve kendi
çıkarlarını gözetenler ile, kendi çıkarlarının korunma çaresini Lloyd George (Loyt Corc) hükûmeti aracılığı ile İngiliz himâyesini sağlamakta arayanlardır. Bu zavallıların, İngiliz Devleti'nin Osmanlı Devleti'ni bir bütün olarak korumak ve himaye etmek isteğinde olup olamayacağını bir defa olsun
dikkate alıp almadıkları, üzerinde düşünülmeye değer.
Bu derneğe girenlerin başında Osmanlı Padişahı ve Halîfe-i Rûy-i Zemîn ünvanını taşıyan Vahdettin, Damat Ferit Paşa, Dahiliye Nâzırı olan Ali Kemal, Âdil ve Mehmet Ali Beyler ile Sait Molla bulunuyordu.
Dernekte Rahip Frew (Fru) gibi İngiliz milletinden bazı macera heveslileri de vardı. Yapılan işlemlerden ve gösterilen faaliyetlerden anlaşıldığına göre, derneğin başkanı Rahip Frew idi.”

Detaylarda ordunun o günkü durumu da ele alınmaktadır:
“...Balıkesir ve Bursa bölgesinde bulunan 61'inci ve 56'ncı Tümenler karargâhı Bandırma'da bulunan İstanbul'a bağlı 14'üncü Kolordu'yu oluşturuyordu. Bu kolordunun komutanı, Meclis'in açılışına kadar, merhum Yusuf İzzet Paşa idi.
3'üncü Ordu Müfettişliği ki, müfettişi ben idim; karargâhımla Samsun'a çıkmış bulunuyordum.

Doğrudan doğruya emrim altında olmak üzere iki kolordu vardı. Bunlardan biri, merkezi Sivas'ta bulunan 3'üncü Kolordu'dur. Komutanı yanımda getirdiğim Albay Refet Bey'dir. Bu kolorduya bağlı bir tümenin ( 5'inci Kafkas Tümeni ) merkezi Amasya'da, ötekinin merkezi de Samsun'daydı. Diğeri, merkezi Erzurum'da bulunan 15'inci Kolordu idi. Komutanı Kâzım Karabekir Paşa'ydı. ….”

Bu değerlendirmelerden sonra M. Kemal, kendisinin Samsun’da hangi sıfat ve görevle bulunduğunu anlatmaktadır. Aşağıdaki paragraflardan M. Kemal’in o günkü yetki alanı da görülebilmektedir.
“…Benim, bu iki kolorduya (Sivas 3. Kolordu ve Diyarbakir 13. Kolordu) doğrudan doğruya emir ve komuta vermekten daha ileri bir yetkim vardı ki, müfettişlik bölgesine yakın olan askerî birliklere de tebligat yapabilecektim. Aynı şekilde bölgemde bulunan ve bölgeme komşu olan illere de tebligatta bulunabilecektim.
Bu yetkiye göre, Ankara'da bulunan 20'nci Kolordu ve bunun bağlı bulunduğu müfettişlik ile, Diyarbakır'daki kolordu ile ve hemen hemen Anadolu'nun bütün sivil yönetim amirleriyle ilişkiler kurabilecek ve yazışmalar yapabilecektim.
Bu geniş yetkinin, beni İstanbul'dan sürmek ve uzaklaştırmak maksadıyla Anadolu'ya gönderenler tarafından, bana nasıl verilmiş olduğu garibinize gidebilir. Hemen ifade etmeliyim ki, onlar bu yetkiyi bana bilerek ve anlayarak vermediler. Ne pahasına olursa olsun, benim İstanbul'dan uzaklaşmamı isteyenlerin buldukları gerekçe Samsun ve dolaylarındaki güvensizlik olaylarını yerinde görüp tedbir almak üzere Samsun'a kadar gitmekti. Ben, bu görevin yerine getirilmesinin bir makam ve yetki sahibi
olmaya bağlı bulunduğunu ileri sürdüm. Bunda hiçbir sakınca görmediler. O tarihte Genelkurmay'da bulunan ve benim maksadımı bir dereceye kadar sezmiş olan kimselerle görüştüm. Müfettişlik görevini buldular; yetki konusu ile ilgili talimatı da ben kendim yazdırdım. Hattâ Harbiye Nazırı olan Şakir Paşa , bu talimatı okuduktan sonra, imzalamaya çekinmiş; anlaşılır anlaşılmaz bir biçimde mührünü
basmıştır…”

M. Kemal, içinde bulunulan karmaşık durumun kolayca kavranabilmesi amacıyla özet niteliğinde aşağıdaki satırları kaleme almıştır. Böylece, içinde bulunulan durum gözönünde kolayca canlandırılabilir bir hal almıştır.

Milli mücadelenin hangi şartlar altında başladığını sizlere de kısaca hatırlatmak amacıyla bu metni aynen sizlerle paylaşmak istiyorum. (Hatırlatma: Aşağıdaki yazıda Ata’nın seslendiği kişiler o dönemin milletvekilleridir.)

Bu açıklamalardan sonra, genel durumu daha dar bir çerçeve içine alarak, çabucak ve kolayca hep birlikte gözden geçirelim :

Düşman devletler, Osmanlı devlet ve memleketine karşı maddî ve manevî saldırıya geçmişler. Onu yoketmeye ve paylaşmaya karar vermişler. Padişah ve halife olan zat, hayat ve rahatını kurtarabilecek çareden başka bir şey düşünmüyor. Hükûmeti de aynı durumda. Farkında olmadığı halde, başsız kalmış olan millet, karanlıklar ve belirsizlikler içinde olup bitecekleri beklemekte. Felâketin dehşet ve
ağırlığını kavramaya başlayanlar, bulundukları çevreye ve alabildikleri etkilere göre kendilerince kurtuluş çaresi saydıkları tedbirlere başvurmakta... Ordu, ismi var cismi yok bir durumda. Komutanlar ve subaylar, I. Dünya Savaşı'nın bunca çile ve güçlükleriyle yorgun, vatanın parçalanmış olduğunu görmekle yürekleri kan ağlıyor; gözleri önünde derinleşen karanlık felâket uçurumu kenarında beyinleri
bir çare, kurtuluş çaresi aramakla meşgul...

Burada pek önemli olan bir noktayı da belirtmeli ve açıklamalıyım. Millet ve ordu, Padişah ve Halife'nin hâinliğinden haberdar olmadığı gibi, o makama ve o makamda bulunana karşı asırların kökleştirdiği din
ve gelenek, bağları dolayısıyla da içten gelerek boyun eğmekte ve sadık. Millet ve ordu bir yandan kurtuluş çaresi düşünürken bir yandan da yüzyıllardır süregelen bu alışkanlık dolayısıyla, kendinden önce, yüce hilâfet ve saltanat makamının kurtarılmasını ve dokunulmazlığını düşünüyor. Halifesiz ve padişahsız kurtuluşun anlamını kavrama yeteneğinde değil... Bu inanca aykırı bir düşünce ve görüş ileri
süreceklerin vay haline! Derhal dinsiz, vatansız, hain ve istenmeyen kişi olur...
Diğer önemli bir noktayı da belirtmek gerekir. Kurtuluş çaresi ararken İngiltere, Fransa, İtalya gibi büyük devletleri gücendirmemek temel ilke olarak kabul edilmekte idi. Bu devletlerden yalnız biri ile bile başa çıkılamayacağı kuruntusu hemen bütün kafalarda yer etmişti. Osmanlı Devleti'nin yanında, koskoca Almanya, Avusturya - Macaristan varken hepsini birden yenip yerlere seren İtilâf kuvvetleri karşısında, yeniden onlarla çatışmaya varabilecek durumlara girmekten daha büyük mantıksızlık ve
akılsızlık olamazdı.

Bu zihniyette olan yalnız halk değildi; özellikle seçkin ve aydın denen insanlar böyle düşünüyordu. O halde, kurtuluş çaresi ararken iki şey söz konusu olmayacaktı. Önce, İtilâf Devletleri'ne karşı düşmanca tavır alınmayacak; sonra, Padişah ve Halife'ye canla başla bağlı ve sadık kalmak temel şart olacaktı.”


1.2. Kurtuluş Çareleri ve Atatürk’ün Hedefi


Ülkenin içinde bulunduğu durum farklı açılardan detaylı olarak tanıtıldıktan sonra bu durumdan kurtulmanın yollarının neler olabileceğini de Atatürk aşağıdaki satırlarda ele almıştır.

Bu kurtuluş yollarından öncelikle kendisinin tasvip etmediği, yolların neler olduğunu sonra da O’nun üzerinde durduğu alternatifi göreceğiz.
“…Şimdi Efendiler, müsaade buyurursanız size bir soru sorayım : Bu durum ve şartlar karşısında kurtuluş için nasıl bir karar akla gelebilirdi?
Açıkladığım hususlara ve yaptığım gözlemlere göre üç türlü karar ortaya atılmıştır.

Birincisi, İngiliz himâyesini istemek
İkincisi, Amerikan mandasını istemek,

Bu iki türlü karar sahipleri, Osmanlı Devleti'nin bir bütün halinde korunmasını düşünenlerdir. Osmanlı topraklarının çeşitli devletler arasında taksimi yerine, imparatorluğu tek bir devletin koruyuculuğu altında bulundurmayı tercih edenlerdir.
Üçüncü karar, bölgesel kurtuluş çarelerine başvurmuştur. Söz gelişi, bazı bölgeler kendilerinin Osmanlı Devleti'nden koparılacağı görüşüne karşı ondan ayrılmama tedbirlerine başvuruyordu. Bazı bölgeler de Osmanlı Devleti'nin ortadan kaldırılacağını ve Osmanlı ülkesinin taksìm edileceğini oldu bitti kabul
ederek kendi başlarını kurtarmaya çalışıyordu…”

Atatürk’ün bir sonraki ele aldığı konu kendi kararıdır. Önceki seçeneklerin anlamsızlığını ve kendi kararını dayandığı temelleri detaylı olarak ifade etmektedir. Hedeflerindeki kararlılığı tam olarak anlayabilmek için Nutuk’taki satırları sizlerle aynen paylaşıyorum.
“Efendiler, ben bu kararların hiçbirinde isabet görmedim. Çünkü bu kararların dayandığı bütün deliller ve mantıklar çürüktü, temelsizdi. Gerçekte içinde bulunduğumuz o tarihte, Osmanlı Devleti nin temelleri çökmüş, ömrü tamamlanmıştı. Osmanlı memleketleri tamamen parçalanmıştı. Ortada bir avuç Türk'ün barındığı bir ata yurdu kalmıştı. Son mesele bunun da taksimini sağlamaya çalışmaktan
ibaretti. Osmanlı Devleti onun istiklâli padişah, halife, hükûmet, bunların hepsi anlamı kalmamış birtakım boş sözlerden ibaretti.

Neyin ve kimin dokunulmazlığı için kimden ne gibi yardım sağlanmak isteniyordu?
O halde ciddî ve gerçek karar ne olabilirdi?
Efendiler, bu durum karşısında bir tek karar vardı. O da milIî hâki'miyete dayanan, kayıtsız şartsız, bağımsız yeni bir Türk devleti kurmak!
İşte, daha İstanbul'dan çıkmadan önce düşündüğümüz ve Samsun'da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz uygulanmasına başladığımız karar, bu karar olmuştur.

Bu kararın dayandığı en güçlü muhakeme ve mantık şuydu :

Temel ilke, Türk milletinin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır. Bu ilke, ancak tam istiklâle sahip olmakla gerçekleştirilebilir. Ne kadar zengin ve bolluk içinde olursa olsun istiklâlden yoksun millet, medeni insanlık dünyası karşısında uşak olmak mevkiinden yüksek bir muameleye layık görülemez.

Yabancı bir devletin koruyup kollayıcılığını kabul etmek insanlık vasıflarından yoksunluğu, güçsüzlük ve miskinliği itiraftan başka bir şey değildir.Gerçekten de bu seviyesizliğe düşmemiş olanların, isteyerek başına bir yabancı efendi getirmelerine asla ihtimal verilemez.

Halbuki Türk'ün haysiyeti, gururu ve kaabiliyeti çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet esir yaşamaktansa yok olsun daha iyidir!...

O halde, ya istiklal ya ölüm!
İşte gerçek kurtuluş isteyenlerin parolası bu olacaktır. Bir an için, bu kararın uygulanmasında başarısızlığa uğranacağını farz edelim. Ne olacaktı? Esirlik!
Peki efendim. Öteki karalara boyun eğme durumunda sonuç bunun aynı değil miydi?
Şu farkla ki, istiklali için ölümü göze alan bir millet, insanlık haysiyet ve şerefinin gereği olan bütün fedakarlığı yapmakla teselli bulur ve hiç şüphesiz, esirlik zincirini kendi elleriyle boynuna geçiren miskin, haysiyetsiz bir millete bakarak dost ve düşman gözündeki yeri bambaşka olur.

Sonra, Osmanlı hânedan ve saltanatının devam ettirilmesine çalışmak, elbette Türk milletine karşı en büyük kötülüğü işlemekti. Çünkü, millet her türlü fedakarlığı göze alarak istiklalini kazanmış olsa da, saltanat sürüp gittiği taktirde, bu istiklale kazanılmış gözüyle bakılamazdı. Artık ,vatan ve milletle hiçbir
vicdan ve fikir bağlantısı kalmamış bir sürü delinin, devlet ve milletin istiklâl ve haysiyetinin koruyucusu mevkiinde bulundurulmasına nasıl göz yumulabirdi?
Halifeliğin durumuna gelince, ilim ve tekniğin nurlara boğduğu gerçek medeniyet dünyasında gülünç sayılmaktan başka bir yanı kalmış mıydı?
Görülüyor ki, verdiğimiz kararın uygulanmasını sağlayabilmek için daha milletin alışkın olmadığı bazı konulara dokunmak gerekiyordu. Ortaya atılmasında, kamuoyu bakımından büyük sakıncalar doğuracağı sanılan hususların dile getirilmesinde kaçınılmaz bir zaruret vardı
.
Osmanlı Hükumeti'ne, Osmanlı padişahına ve Müslümanların halifesine başkaldırmak, bütün milleti ve orduyu ayaklandırmak gerekiyordu.”

1.3. Hedefe Ulaşmak için Projenin Aşamalandırılması

Bir projenin amaçlarının belirlenmesinden sonra yapılması gereken iş, o hedeflere ulaşmak için geçilecek olan adımların neler olduğunu belirlemek ve hatta o adımlarının tamamlandığını gösteren kilometre taşlarını tanımlamaktır.
Projelerin kilometre taşlarını iş hayatımızda genelde bir yöneticinin veya müşterinin onayı, üst yönetime sunulan rapor veya resmi makamdan alınan bir izin olarak örnekleyebiliriz. Atatürk ise kendi projesinde duygu ve düşüncelerin geliştiği anları, bir kilometre taşı olarak algıladığını aşağıdaki
paragraftan anlayabiliriz.

“…Türk ata yurduna ve Türk'ün istiklâline saldıranlar kimler olursa olsun, onlara bütün milletçe silâhla karşı koymak ve onlarla çarpışmak gerekiyordu. Bu önemli kararın bütün gerek ve zaruretlerini daha ilk gününde açığa vurup ifade etmek, elbette isabetli olamazdı. Uygulamayı birtakım safhalara ayırmak,
olaylardan ve olayların akışından yararlanarak milletin duygu ve düşüncelerini hazırlamak ve basamak basamak ilerleyerek hedefe ulaşmaya çalışmak gerekiyordu. Nitekim öyle olmuştur. Eğer dokuz yıllık faaliyetimiz ve yaptıklarımız bir mantık silsilesi ile gözden geçirilirse, ilk günden bugüne kadar takip ettiğimiz genel doğrultunun, ilk kararın çizdiği yoldan ve yöneldiği hedeften asla sapmamış olduğu
kendiliğinden anlaşılır…”

Atatürk, proje safhaları için belirlediği hedeflerin hepsini açıkça gerek silah arkadaşlarıyla gerekse halkla paylaşmamıştır. Özellikle hilafetin ve saltanatın kaldırılası hedefleri kendisine yönelik muhalefetin çok daha fazla olacağından emindir. Değişikliklere karşı koyulabilecek direnci en aza indirmek için
aşamaların hedeflerini zamanla çevresindekilerle paylaşmıştır.

“…Dış tehlikenin yakın etkilerini derinden duyanlar arasında, geleneklerine, düşünce kabiliyetlerine ve ruh yapılarına aykırı olan muhtemel değişmelerden ürkeceklerin ilk anda direnme güçlerini harekete geçirebílirdi. Başarı için pratik ve güvenilir yol, her safhayı vakti geldikçe uygulamaktı. Milletin gelişmesini ve yükselmesini sağlayacak doğru yol buydu. Ben de bu yolda yürüdüm….”

1.4. Ordu İle Temas

Atatürk, Samsun’a gelişinin ilk bir ayını Anadolu ve Trakya’daki kolordu komutanları ile telgraf yoluyla iletişim kurarak geçirmiştir. 21, 23, 26, 27 Mayıs 1919 ve 16 Haizran 1919 tarihlerinde Erzurum (15.Kolordu), Ankara (20.Kolordu), Diyarbakır (13.Kolordu), Sivas (3.Kolordu) ve Edirne (1.Kolordu) komutanları ile yaptığı yazışmalarda askeri durum ile Kolordu Bölgelerindeki siyasi durumu da teftiş
etmiştir.

Bununla birlikte Ege Bölgesi’nden -İzmir, Manisa, Aydın- Yunan işgali nedeniyle irtibat kuramadığını da bildirmektedir.

Atatürk, telgraf yazışmaları ile topladığı tüm bilgileri diğer Kolordu Komutanlıkları ile de paylaşmıştır.
Böylece her komutanlığın bir diğer komutanlığın durumundan haberdar olmasına özen göstermiştir.
Bu yazışmaların arasında özellikle Trakya Bölgesi’ndeki karamsar havayı dağıtmayı hedefleyen ve 1. Kolordu Komutanlığı’na bağlı subayların moralini arttırıcı şu nota dikkat etmenizi isterim.

“...Trakya'nın manevî gücünü yükseltmek maksadıyla bu talimâta şu bilgileri de ekledim : Anadolu halkı baştan aşağı bölünmez bir bütün haline getirildi. Kararlar, istisnasız, bütün komuta hey'etleri ve arkadaşlarımızla birlikte alınıyor. Vali ve mutasarrıfların hemen hepsi bizimle beraberdir. Anadolu'daki millî teşkilât ilçe ve bucaklara kadar genişledi. İngiliz himayesi altında bağımsız bir Kürdistan kurulması
ile ilgili propaganda ortadan kaldırıldı ve taraftarları yola getirildi. Kürtler Türklerle birleşti.”

Bölüm 2: MİLLETİN UYARILMASI VE KONGRELER

2.1. Milletin Uyarılması Süreci

Atatürk’ün Samsun’a gelişinin henüz birinci ayında yaptığı yazışmaların arasında milleti uyandırmaya yönelik olanlarda mevcuttur. Bu yazışmalar özellikle mülki amirlerle gerçekleşmekte ve özellikle halkın ilgisinin Yunan işgaline çekilmesi vurgulanmaktadır.

Nutuk’ta bu yolla ortak bir duygu yaratmayı hedeflediğini belirten Atatük, daha sonra da bu duygu yoğunluğunu Kurtuluş mücadelesinde kullanacaktır.
Aşağıdaki telgraf metninde bu duygu yoğunluğunun kontrollü olarak oluşturulmasını istemektedir. “Dikkate değer bir noktadır ki, İzmir'in, onun arkasından da Manisa ve Aydın'ın işgali ile, yapılan saldırı ve zulümler hakkında millet daha aydınlanmamış; millî varlığa vurulan bu korkunç darbeye karşı açıktan açığa herhangi bir tepki ve şikayet gösterilmemişti. Milletin, bu haksız darbe karşısında sessiz ve hareketsiz kalması, elbette kendi lehine yorumlanamazdı. Onun için milleti uyarıp harekete getirmek gerekirdi. Bu maksatla 28 Mayıs 1919 tarihinde valilere ve bağımsız mutasarrıflıklara, Erzurum'da 15' inci Kolordu, Ankara'da 20' nci Kolordu ve Diyarbakır'da l3' üncü Kolordu Komutanlıklarına, Konya'da Ordu Müfettişliği'ne şu yolda birer genelge gönderdim:

Ízmir'in ve maalesef bunun arkasından da Manisa ve Aydın'ın işgali, gelecekteki tehlikeyi daha açık olarak sezdirmiştir. Yurt bütünlüğümüzün korunması için, milletçe gösterilen tepkinin daha canlı ve sürekli olması gerekir. Yaşayışımızda ve millî bağımsızlığımızda gedikler açan işgal ve ilhak gibi olaylar, bütün millete kan ağlatmaktadır. Izdıraplar dindirilemiyor. Sindirilmesi ve katlanılması mümkün
olmayan bu duruma derhal son verilmesinin bütün medenî milletlerle büyük devletlerin adalet ve nüfûzundan sabırsızlıkla beklendiğini göstermek maksadıyla, önümüzdeki hafta içinde ve çeşitli illere göre, pazartesi başlayıp çarşamba günü müracaatın arkası alınmak üzere, büyük ve heyecanlı mitingler yapılarak millî gösterilerde bulunulması, bunun bütün kasaba ve köylere kadar yaygınlaştırılması, bütün
büyük devletlerin temsilcileriyle Bâbıâli'ye etkileyici telgraflar çekilmesi, yabancıların bulunduğu yerlerde yabancılar da etki altına alınmakla birlikte, düzenlenen millî gösterilerde terbiye ve ağırbaşlılığın titizlikle korunması, Hristiyan halka karşı saldırı, gösteri ve düşmanlık gibi tavır ve davranışlardan sakınılması zaruridir. Yüksek şahsiyetinizin bu konularda duyarlı ve etkili bulunmaları dolayısıyla işin iyi idare edileceğine ve başarıya ulaşacağına bendenizin tam bir güveni vardır. Sonuçtan haberdar buyurulmamı rica ederim.”
Bu emirler doğrultusunda ülke genelinde yapılan gösterilerin gerçekten etkili olduğu Nutuk’ta ifade edilmektedir. Hatta Sivas’ta düzenlenen mitinglerden dolayı İngiliz’lerin, İstanbul Hükümeti’ne o bölgede yaşayan Ermeni’lerin tedirginlik yaşadığını belirten bir nota verdiği bilinmektedir. Bu nota üzerine Harbiye Nazırı Şevket Bey’in M. Kemal’i telgraf yoluyla uyardığı ve buna karşılık M. Kemal’in de
kendisine aşağıdaki cevabı yolladığına dikkatinizi çekmek istiyorum.
“Harbiye Nezareti Yüksek Katına İlgi : 2 Haziran 1919 tarihli şifre 3.6.1919
Sivas ve çevresinde eskiden beri bulunan Ermenileri ve sonradan gelen mültecîleri yılgınlığa düşürecek hiçbir olay geçmemìştir. Ne Sıvas'ta ne de çevresinde kaygı verici herhangi bir durum yoktur. Herkes sükûnet içinde iş ve güçleriyle meşguldür. Bunu kesinlikle bilginize sunar ve sizi temin ederim. Bu bakımdan İngiliz notasındaki haberlerin nereden kaynaklandığı bendenizce bilinmek gerekir. İzmir ve
Manisa'nın işgali ile ilgili acı haberler üzerine Müslüman halk tarafından yapılan ve Hristiyan azınlıklar hakkında hiçbir düşmanlık duygusu gütmeyen toplantılardan belki de bazılarının ürkmüş olması hatıra gelebilir. İtilâf devletleri milletimizin haklarına ve bağımsızlığına saygılı kaldıkça, millet de vatanın saldırıya uğrayıp parçalanmayacağından emin oldukça, Hristiyan azınlıkların korkuya kapılmalarına hiç
bir sebep yoktur. Bu konuda devlete karşı her türlü sorumluluğu yüklenir ve buna kesinlikle güven buyurulmasını istirham ederim. Ancak, milletin bağımsızlık ve varlığını yok eden ve millî varlığı tehlikeye düşüren işgal, cana kıyma ve zulüm gibi İzmir bölgesinde görülmekte olan olayların ve benzerlerinin tekrarlanmasına karşı, ne milletin heyecanını ve içindeki acıları ne de bundan doğacak
millî gösterileri engelleyip durdurmak için kendimde ve hiç kimsede bir güç ve kudret göremeyeceğim gibi, bu yüzden çıkacak olayların karşısında da sorumluluk kabul edebilecek ne bir komutan ne bir sivil yönetici ve ne de bir hükûmet tasavvur edebilirim.

-Mustafa Kemal- Bu nota suretiyle tarafımdan verilen cevap sureti bütün komutanlara, vali ve mutasarrıflara bir genelge ile bildirildi.”
(Saygının asla elden bırakılmadığı hem yatıştırıcı hem iğneleyici kelimelerin seçildiği ilginç bir metin bence… Dikkat! İstanbul Hükümeti ile yapılan yazışma da projeden etkilencek diğer kişilerin bilgisine sunulmakta…)
M. Kemal, Anadolu’daki gerek askeri gerek sivil yöneticilerle yaptığı yazışmaların İstanbul Hükümeti’nce öğrenildiği ve 8 Haziran 1919 aldığı tegrafla İstanbul’a geri çağrıldığını öğrenir. İçinde bulunduğu nihai durumu, aldığı emre karşı yanıtını ve bir sonraki adımını aşağıdaki sözlerle anlatır.
“Anadolu'ya geçeli bir ay olmuştu. Bu süre içinde bütün ordu birlikleriyle temas ve bağlantı sağlanmış;

millet mümkün olduğu kadar aydınlatılarak dikkatli ve uyanık bir duruma getirilmiş, millî teşkilât kurma düşüncesi yayılmaya başlamıştı. Genel durumu artık bîr komutan ile yürütüp yönetmeye devam imkânı kalmamıştı. Yapılan geri çağırma emrine uymamış ve onu yerine getirmemiş olmakla birlikte, milli teşkilât ve hazırlıkların yönetimine devam etmekte olduğuma göre, şahsenâsı duruma geçmiş
olduğuma şúphe edilemezdi. Bundan başka ve özellikle girişmeye karar verdiğim teşebbüs ve faaliyetlerin köklü ve şiddetli olacağını tahmin güç değildi. O halde, yapılacak teşebbüs ve faaliyetlerin bir an önce şahsî olmak niteliğinden çıkarılması mutlaka, bütün bir milletin birlik ve dayanışmasını sağlayacak ve temsil edecek bir hey'et adına olması gerekli idi. “

2.2. Amasya Genelgesi - Sivas ve Erzurum Yolculukları

Atatürk, bir milli duygunun yavaş yavaş oluştuğunu farkeder ve bu duygu birliğini temsil edecek şahsiyetleri zaman kaybetmeden biraraya toplamayı hedefler. Sırasıyla Erzurum ve Sivas Kongrelerini düzenlemek için 21/22 Haziran 1919 gecesi o sırada bulunduğu Amasya’dan mülki amirliklere telgrafla gönderilmek üzere aşağıdaki genelgeyi kaleme alır. (Hatırlayacağınız üzere tarih kitaplarında bu bölüm
Amasya Genelgesi olarak anlatılmaktadır)
“…Sivas'ta genel bir millî kongre toplamak gayesiyle yaverim Cevat Abbas Bey’e 21 /22 Haziran 1919 gecesi, Amasya'da yazdırdığım genelgenin esas noktaları şunlardı :
1 - Vatanın bütünlüğü, milletin bağımsızlığı tehlikededir.
2 - İstanbul hükûmeti üzerine aldığı sorumluluğun gereğini yerine getirememektedir. Bu durum milletimizi yok olmuş gibi gösteriyor.
3 - Milletin bağımsızlığını, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır. ·
4 - Milletin içinde bulunduğu durum ve şartların gereğini yerine getirmek ve klarını gür sesle cihana duyurmak için her türlü baskı ve kontroldan uzak millî bir hey'etin varlığı zarurîdir.
5 - Anadolu'nun her bakımdan en güvenli yeri olan Sıvas'ta hemen millî bir kongrenin toplanması kararlaştırılmıştır.
6 - Bunun için bütün illerin her sancağından milletin güvenini kazanmış üç temsilcinin mümkün olan en kısa zamanda yetişmek üzere yola çıkarılması gerekınektedir.
7 - Her ihtimale karşı, bu mesele milli bir sır olarak tutulmalı ve temsilciler, gereğinde yolculuklarınıkendilerini tanıtmadan yapmalıdırlar.
8 - Doğu illeri adına, 23 Temmuzda, Erzurum'da bir kongre toplanacaktır. O tarihe kadar öteki illerin temsilcileri de Sıvas'a gelebilirlerse, Erzurum Kongresi'nin üyeleri de Sıvas genel kongresine katılmak üzere hareket ederler. “
M. Kemal Atatürk, Sivas kongresinin hazırlklarındayken Dahiliye Nazırı Ali Bey, Anadolu’daki hem sivil hem de askeri makamlara aşağıdaki yazıyı 23 Haziran 1919’da göndermiştir.

“…Mustafa Kemal Paşa büyük bir asker olmakla birlikte günün siyasetini pek bilmediği için, olağanüstü sayılacak vatanseverlik ve gayretine rağmen, yeni görevinde asla başarılı olamadı. İngiliz Olağanüstü Temsilcisi'nin istek ve ısrarıyla görevden alındı; bundan sonra yaptıkları ve yazdıkları ile de bu kusurlarını daha çok açığa vurdu. Redd-i İlhak Cemiyetleri gibi, Balıkesir ve Aydın dolaylarında
Müslüman halkı boş yere kırdırmaktan ve bu fırsattan yararlanarak halkı haraca kesmekten başka iş görmeyen emirsiz, saygısız ve kanunsuz olarak kurulan bazı hey'etler için öteden beri çektiği telgraflarla siyasî hatâsını idarî yönden de artırdı. Kendisinin İstanbul'a getirilmesi Harbiye Nezareti ile
ilgili bir iştir.
Ancak, Dahiliye Nezareti'nin size kesin emri, artık o zatın görevden alınmış olduğunu bilmek, kendisi ile hiçbir resmî işleme girişmemek, hükûmet işleri ile ilgili hiçbir isteğini yerine getirmemektir. Bu genelgeye uygun hareket etmekle ne gibi sorumlulukların giderilmiş olacağını takdir buyuracağınızdan
eminim. Ayrıca, bu önemli ve tehlikeli günlerde memur, halk, her Osmanlı'ya düşen en büyük görev, barış konferansınca geleceğimiz üzerinde karar verilirken ve beş yıldır yaptığımız deliliklerin hesapları görülürken, artık aklımızı başımıza devşirdiğimizi göstermek, akıllıca ve tedbirlice davranışları benimsemek, parti, mezhep, ırk ayrılıklarını gözetmeksizin her ferdin hayatını, malını, ırzını koruyarak,
medenî dünyanın gözünde bu memleketi bir daha lekelememek değil midir?…”
Yukarıdaki telgrafın varlığından habersiz olarak M. Kemal, 27 Haziran 1919’da Sivas’a gelir ve hem askeri hem de sivil yöneticilerin yukarıdaki genelgeyi gözardı ederek, kendisine duydukları sevgi ve saygıyı aşağıdaki sözlerle anlatır.
“Sivas şehrine girerken, caddenin iki tarafı büyük bir kalabalıkla dolmuş, askerî birlikler tören düzenini almış bulunuyordu. Otomobillerden indik. Yürüyerek askeri ve halkı selâmladım..
Bu manzara, Sivas'ın saygıdeğer halkının ve Sıvas'ta bulunan kahraman subay ve askerlerimizin bana ne kadar bağlı ve sevgi ile dolu olduğunu gösteren canlı bir tanık idi...”
Sivas’ta teşkilat ve nasıl hareket edileceği konusunda gerekli talimatları verdikten sonra 27/28 Haziran gecesi Erzurum Kongresi’nin hazırlıkları için Atatürk, Erzurum’a hareket eder. Yolculuğu ve Erzurum’a varışı şu şekilde ifade eder:
“…Bir haftalık yorucu bir otomobil yolculuğundan sonra 3 Temmuz 1919 günü halkın ve askerin içten gelen samimi gösterileri arasında, Erzurum'a varıldı. İstanbul Hükûmeti'nden gelebilecek menfî emirleri denetlemek ve önlemek için haberheşme kanalı olan önemli merkezlerde tedbirler alınmak üzere, bütün komutanlara, 5 Temmuz 1919 tarihinde emir verdim…”

2.3. Milli Gaye ile Ortaya Atılma Kararı

Erzurum’a gelen M. Kemal, milli mücadele için bir yöneticinin olması gerektiği yaptığı toplantılarla ele alır. Bu toplantılardan ilkini ve en önemlisi aşağıdaki ifadeleriyle anlatıyor.
“Bu iki vali beyler (İstanbul Hükümetin’ce görevden alınan Erzurum Valisi Münir Bey ve Bitlis Valisi Mazhar Müfit Bey) ile 15' inci Kolordu Komutanı Kâzım Karabekir Paşa ve yanımda bulunan Rauf Bey, eski İzmit mutasarrıfı Süreyya Bey, karargâhına bağlı Kurmay Başkanı Kâzım Bey, Kurmay Husrev Bey ve Doktor Refik Bey arkadaşlarımla ciddî bir görüşme yapmayı uygun buldum. Kendilerine genel ve özel durumu açıklayarak tutulması gerekli olan yolu anlattım. Bu münasebetle en elverişsiz durumları,
genel ve şahsî tehlikeleri; her ihtimale karşı göze alınması kaçınılmaz olan fedakârlığı dile getirdim. Bir de millî gaye ile ortaya atılacakların bugün yok edilmesini düşünen, yalnız saray, hükûmet ve yabancılardır. Ancak, bütün memleketin aldatılmasını ve aleyhimize çevrilmesini de ihtimalden uzak tutmamak gerekir. Millete önder olacakların, her ne pahasına olursa olsun amaçtan dönmemeleri,
memlekette barınabilecekleri son noktada, son nefeslerini verinceye kadar, bu amaç uğrunda fedakârlığa devam edeceklerine daha işin başında karar vermeleri gerekir. Kalplerinde bu gücü duymayanların teşebbüse geçmemeleri elbette daha isabetli olur. Çünkü, aksi halde hem kendilerini hem de milleti aldatmış olurlar.
Bir de söz konusu görev, resmî makam ve üniformaya sığınarak, el altından yürütülebilecek türden değildir. Bu tarz bir dereceye kadar sürdürülebilir. Fakat, artık, o devir geçmiştir. Açıkça ortaya çıkmak ve milletin hakları adına gür sesle bağırmak ve bütün milleti bu sese ortak etmek lâzımdır. Benim, görevden alındığıma ve her türlü sonuçla karşı karşıya bulunduğuma şüphe yoktur. Benimle açıktan açığa işbirliği etmek, aynı sonucu şimdiden kabullenmek demektir. Bundan başka, bu şartların istediği adamın, başka birçok bakımlardan da, mutlaka benim şahsım olabileceği gibi bir iddia söz konusu değildir. Yalnız, herhalde, bu memleket evlâdından birinin ortaya atılması kaçınılmaz olmuştur.
Benden başka bir arkadaş da düşünülebilir. Yeter ki, o arkadaş, bugünkü durumun kendisinden beklediği şekilde harekete evet diyebilsin dedim.
Bu konuşma ve açıklamalardan sonra, gelişigüzel karar almak doğru olamayacağından bir süre düşünmek ve özel görüşmeler yapabilmek için, görüşmelere son verdiğimi bildirdim.
Tekrar toplandığımızda, işin başında benim devam etmemi, kendilerinin bana yardımcı ve destek olacaklarını bildirdiler. Yalnız bir arkadaş, Münir Bey, önemli mazereti dolayısıyla, bir süre için kendisinin fiilî görevden affını rica etti. Ben, şeklen, resmî görev ve askerlikten ayrıldıktan sonra da, tıpkı şimdiye kadar olduğu tarzda üst komutan imişim gibi emirlerimin yerine getirilmesinin başarı için
temel şart olduğunu belirttim. Bu nokta tamamen benimsenip kabul gördükten sonra toplantıya son verildi.
Efendiler, İstanbul'da Genel Kurmay Başkanlığı makamında, birbirinin yerini alan Cevat ve Fevzi paşalardan, Barış Hazırlığı Komisyonu'nda çalışan İsmet Bey'den başlayarak Erzurum'a gelinceye kadar, her yerde temas ve ilişkide bulunduğum komutan, subay, her türlü devlet adamı ve ileri gelen kimselerle, burada, Erzurum'da yaptığım gibi görüşmeler ve anlaşmalar yapmıştım. Bundaki yarar takdir buyurulur.”
Yukarıdaki ifadelerden, M. Kemal’in Kurtuluş Savaşı Projesi için çevresindekileri hem inandırma hem de hedefler doğrultusunda sürükleyebilme gücü olduğundan liderliğe soyunduğunu görmekteyiz. Diğer bir yandan da bu projenin başarısı için çalışacak kişileri biraraya getirme gayretinde olduğunu da görmekteyiz.
Anadolu’da ve Rumeli’de M. Kemal’in komutasını kabul eden askeri ve sivil yöneticilere genel olarak aşağıdaki metin ilk emir olarak M. Kemal’ce kaleme alınmış ve 7 Temmuz 1919’da telgrafla bildirmiştir.
“1 - Bağımsızlığımızı koruma uğrunda kurulmuş ve teşkilâtlanmış olan millî kuvvetlere hiçbir şekilde müdahale ve saldırıda bulunulamaz. Devlet ve milletin mukadderatında millî irade söz sahibi ve hâkimdir. Ordu, bu millî iradeye bağlı ve onun hizmetindedir.
2 - Müfettiş ve komutanlar, herhangi bir sebeple komutadan uzaklaştırıldıkları takdirde, yerlerini alacak kimseler, işbirliği yapılacak niteliklere sahip iseler, komutayı onlara bırakacaklar; ancak, kendileri de yetki bölgelerinde kalarak millî görevlerini yapmaya devam edeceklerdir. Aksi takdirde, yani bir ikinci
İzmir olayına yol açabilecek kimselerin tayini halinde, komuta asla bırakılmayacak, bütün müfettiş ve komutanlarca kendilerine güvenilemediği gerekçesi ile yapılan tayin reddedilecek ve kabul edilmeyecektir.
3 - Memleketimizi kolayca işgal edebilmek maksadıyla İtilâf Devletleri tarafından yapılacak baskılarla, hükûmet herhangi bir birliği, askerî ve millî teşkilâtımızı dağıtma emri verirse, bu emir kabul edilmeyecek ve yerine getirilmeyecektir.
4 - Hedef ve gayesi millî bağımsızlığı kurtarmak olan Müdafaa-i Hukuk-ı Milliye ve Redd-i İlhak Cemiyetleri'nin ve teşebbüslerinin gerileme ve başarısızlığına yol açacak herhangi bir etki ve müdahaleyi ordu kesinlikle önleyecektir.
5 - Devlet ve milletin bağımsızlığını kurtarma gayesinde devletin bütün sivil memurları, Müdafaa-i Hukuk-ı Milliye ve Redd-i İlhak Cemiyetleri'nin ordu gibi meşru yardımcılarıdır.
6 - Vatanın herhangi bir bölgesine saldırıldığı takdirde, bütün millet, haklarını savunmaya hazır bulunduğundan, bu gibi olaylar karşısında, işbirliği için her yer biribirini en kısa zamanda haberdar ederek savunmada hareket ve işbirliği sağlanacaktır.” Yukarıdaki özellikle 2. emirde yer alan ifadenin uygulaması esnasında bir takım sorunlar yaşandığı zaman içinde görülmüştür. M. Kemal’e bağlı olduğu anlaşılan kişilerin yerlerine İstanbul Hükümeti’nce yapılan atamalar karşısında bazı milli mücadele taraftarları pasif duruma düşmüşlerdir. (BKZ: REFET
BEY'İN 3'ÜNCÜ KOLORDU KOMUTANLIĞINI BIRAKMASI) Bu toplantılar devam ederken M.Kemal ile İstanbul Hükümeti arasında telgraf yazışmaları da sürmektedir. Bu yazışmaların ana konusu M. Kemal’in bir an önce İstanbul’a geri dönmesi olarak özetlenebilir. Nitekim, son yazışma Nutuk’ta şu şekilde anlatılmıştır. “…Harbiye Nezareti, İstanbul'a gel, diyor. Padişah, önce "hava değişimi al, Anadolu'da bir yerde otur,
fakat bir işe karışma" diye başladı. Daha sonra, ikisi birlikte "mutlaka gelmelisin!" dediler. "Gelemem!" dedim. Sonunda, 8/9 Temmuz 1919 gecesi, sarayla açılan bir telgrafbaşı görüşmesi sırasında, birdenbire perde kapandı ve 8 Hazirandan 8 Temmuza kadar bir aydır süregelen oyun sona erdi.
İstanbul o dakikada, benim resmî görevime son vermiş oldu. Ben de aynı dakikada, 8 - 9 Temmuz 1919 gecesi saat 22.50'de Harbiye Nezareti'ne, saat 23.00'te Padişah'a resmi görevimle birlikte askerlikten de ayrıldığımı bildiren telgraf çekmiş oldum.
Durum, tarafımdan, ordulara ve millete duyuruldu. Bu tarihten sonra resmi sıfat ve yetkilerden sıyrılmış olarak, yalnız milletin sevgi ve fedakârlığına güvenerek ve onun tükenmez feyiz ve kudret kaynağından ilham ve güç alarak vicdani görevimize devam ettik...”

2.4. Erzurum Kongresi

Yoğun iletişim ve motive etme döneminin arkasından büyük zorluklarla 23 Temmuz 2003 günü Erzurum Kongresi başladı. Atatürk, Nutuk’ta Erzurum Kongresi başlangıcını şu sözlerle anlatmaktadır.
“…Efendiler, yüksek malûmunuz olduğu üzere, Erzurum Kongresi 1919 yılı Temmuz'unun 23'üncü günü, pek gösterişsiz bir okul salonunda toplandı. İlk günü, beni başkanlığa seçtiler. Kongre üyelerini, durum ve bir dereceye kadar da tutulan yol hakkında aydınlatınak için yaptığım konuşmada :
Tarihin ve olayların zoru ile, doğrudan doğruya içine düştüğümüz kanlı ve kara tehlikeleri göstermeyecek ve bundan irkilmeyecek hiçbir vatanseverin tasavvur edilemeyeceğine işaret ettim. Ateşkes Anlaşması hükümlerine aykırı olarak yapılan saldırı ve işgallerden bahsettim. Tarihin, bir milletin varlığını ve hakkını hiçbir zaman inkâr edemeyeceğini, bu itibarla vatanımız, milletimiz aleyhinde verilen hükümlerin ergeç iflâsa mahkûm olduğunu söyledim…”

Erzurum Kongresi’nde alınan kararlar milli mücadele için oldukça önemli olduğu gibi M. Kemal de farklı şehirlerden gelen halkın temsilcilerine kendi fikirlerini daha iyi aktarabilme imkanı bulmuştur. Kongre sonunu Nutuk’ta şu sözlerle anlatır:
“…Ağustos'un yedinci günü, Kongre, toplantısına son verirken kongre üyelerine :
"Önemli kararlar alındığını, bütün dünyaya milletimizin varlık ve birliğinin gösterildiğini" söyledim ve "tarih, bu kongremizi ender görülen büyük bir eser olarak kaydedecektir" dedim…”

2.5. Sivas Kongresi

Sivas kongresi öncesinde M. Kemal özellikle başta İstanbul’daki bazı aydınlar olmak üzere Anadolu’nun farklı bölgelerindeki askeri ve sivil yetkililerle, Türkiye’nin Amerikan Mandaterliğini kabul etmesiyle ilgili durumu tartışmıştır.
Amerikan Mandasının kabulünü savunan kişiler, ülkenin en azından bir büyük devlet tarafından himaye altına alınacağını ve gerek siyasi, gerek sosyal gerekse ekonomik açıdan bir rahatlık dönemine girileceği görüşlerini savunurlarken, Atatürk, bu düşüncelerin ne kadar çelişkili ifadeler içerdiğini gönderdiği sayısız telgrafta bıkmadan, usanmadan anltamya çalışmıştır. Buradaki yazışmalar bir hayli uzun olduğundan bu Nutuk’taki “Sivas Kongresi Açılıyor” bölümünü incelemenizi rica ediyorum.
Ataürk, Nutuk’ta Sivas Kongresi’ni 11Eylül 1919’da tamamlandığını, fakat bunun çevreden gelen olumsuz haberlerden dolayı erken bir tarih olduğunu bildirmektedir. Özellikle İngiliz’lerin ve İstanbul Hükümeti’nin, Doğu illerindeki azınlıkları ayaklandırmaya çalışma ve kongre üyelerini dağıtmak için giriştikleri eylemler detaylıca anlatılmaktadır.
Nutuk’taki bu bölümleri (Sivas Kongresini Baltalama Teşebbüsleri) okuduğunuzda içinde
bulunduğumuz günlerde de benzer gayretlerin devam etmekte olduğunu üzülerek, daha iyi
anlıyorsunuz.
Bu dönemde yapılan yazışmalarda Atatürk, İstanbul Hükümeti’ne gönderdiği bir telgrafta o anki sinir haliyle nasıl bir yazışma yaptığını da bizimle paylaşıyor. Bana ilginç geldiği için sizlerle paylaşmak
istedim. (Sonuçta O da bir insandı ve O’nun sinirlenmeye hakkı vardı)
“Sivas Valisi Reşit Paşa 'nın telgrafına cevap veren Adil Bey'in (Dahiliye Nazırı) şu sözleri ne kadar garip ve şaşırtıcıdır. Adil Bey sözünü ettiğim telgrafı şu cümlelerle bitiriyordu : "Elbette Halife Hazret leri'nin yüce buyruklarına uyma gereğini takdir edersiniz! " (Belge : 70).
Efendiler, bir tesadüf eseri olarak bu görüşme sırasında ben de telgrafhanede bulunuyordum. Bir aralık dayanamadım. Şu telgrafı yazıp çekilmek üzere memura verdim.
10,11.9.1919 Dahiliye Nâzırı Âdil Bey'e Milletin, Padişah'ına maruzatta bulunmasına engel oluyorsunuz. Alçaklar, caniler! Düşmanlarla millete karşı haince tertiplere girişiyorsunuz. Milletin kudret ve iradesini takdirden âciz olduğunuza şüphe etmiyordum. Ancak, vatan ve millete karşı haince ve son bir çırpınışla alçakça harekette bulunacağınıza inanmak istemiyordum. Aklınızı başınıza toplayın. Galip Bey ve yardakçıları gibi aptalların verdikleri ahmakçasına ve asılsız sözlere kapılarak ve Mister Nowil gibi milletimiz ve vatanımız için zararlı olan yabancılara vicdanınızı satarak yaptığınız alçaklıkların milletçe sorulacak hesabını göz önünde bulundurunuz. Güvendiğiniz şahısların ve kuvvetin sonunu öğrendiğiniz zaman, kendi sonunuzla karşılaştırmayı unutmayınız. Mustafa Kemal” Azınlıkların kışkırtılmaya çalışılması, M. Kemal’in ilgili bölgelerdeki komutanlara gönderdiği emirler ve gösterilen ordudaki kararlılık sayesinde sonuçsuz kalmıştır.

Son Söz…

Dikkatinizi 19 Mayıs 1919 ile 23 Nisan 1920 tarihleri arasına çekmek isterim. Bir yıldan daha kısa bir sürede Atatürk’ün kararlılığı, iletişim gücü, karizmatik yapısı, ikna kabiliyeti sayesinde milli mücadelenin liderliğini üstlendiğini ve gerek Anadolu halkının gerekse ordu komutanlarının yol göstericisi olduğu açıkça görülmektedir.
Özellikle 3. bölümde kongrelerden sonra T.B.M.M.’nin açılışına kadar geçen dönemde yaptığı yazışmalar, ikna süreçleri, ekip üyelerine atadığı görevler ve karşılaştığı zorluklar detaylı olarak anlatılmaktadır. Merak edenlere belki yıllar önce okudukları Nutuk’u bu sefer de Proje Yönetimi açısından okumalarını tavsiye eder, yol gösterici örnekleri grupla paylaşmalarını rica ederim.

Çarşamba, Ocak 25, 2006

Proje Riski ve Doğru Tahminleme

Proje Riski ve Doğru Tahminleme


"Projeler Canlıdır! Tüm canlılar gibi onlar da ölmek istemezler!"
Eminim ne kadar çok proje biliyorsunuzdur; Başlangıçta 6 ayda bitireceğinizi
öngördüğünüz fakat 2 belki de 3 senedir bir türlü bitmek bilmeyen projeler. Nice proje
yöneticileri, nice insan, makina, malzeme kaynağı heba olup, gitmiştir, bu devasal
canavarı yenmek uğruna. Ama o doymuyor, zaten kıt olan kaynaklarınızı yedikçe daha da
yemek istiyordur.
Peki nedir yanlış giden?
Neden öngörüleriniz veya tahminleriniz proje sürecine yansımadı?

Ha! Siz zaten biliyordunuz projenin 6 ayda bitmeyecegini, sırf üst yönetim 6 ayda bitecek
dediği için proje süresi 6 ay kondu. Eylem planı da o 6 aya göre hazırlandı ama projenin
içine girince bir çok bilinmeyenle karşılaşıldı; örneğin tedarikçilerin taahütlerine
uymamaları veya proje ekibinizin projeye yeteri kadar zaman ayırmamaları veya araya
giren başka işler, devamlı proje süresini ileriye doğru öteledi, degil mi?...
İşin daha kötü yanı; bütün bu proje gecikmelerinden dolayı proje yöneticisi olarak sizi ve
ekibinizi sorumlu tuttular. Siz de inanmaya başladınız artık, projeyi başaramadığınıza,
tüm gecikmelerin sorumluluğunu üstlenmeye. Böylece, bu canavar bir kelle daha almış
oldu.

Canavar Bağırıyor:
- Sırada ki proje yöneticisi gelsin!
Veya yukarıdaki senaryoya biraz tersinden inceleyelim!

Üst yönetim, proje tamamlanma süresinin 6 ay olmasında ısrar etmişti. Siz ve ekibiniz,
geçeli gündüzlü çaliştınız, çabaladınız. Sıcacık evinizde, eşinizle, çocuğunuzla
geçireceğiniz saatlerinizi toplantı masalarında, bilgisayar başında veya gece
vardiyalarında geçirdiniz. Ve sonra mutlu sona ulaştınız. 6 ay önce hedeflenen amaca
ulaşmıştınız işte. Üst yönetime gerekli sunumları yaptınız, raporları ulaştırdınız. Aaa...
yoksa proje sonunda kimse, size veya ekibinize küçücük bir "Teşekkür" veya "Bravo,
güzel olmuş" diye bir kaç güzel söz söylemedi mi. Ama niye böyle bişey söylesinler ki, 6
ay boyunca maaşınızı düzenli olarak almadınız mı, hem o sizin işiniz, siz olmasaydınız
başkası da yapardı o işleri.
Neden yukarıdaki senaryolar bugüne kadar tanıştığım pek çok proje yöneticisi tarafından
dile getirildi, bilmiyorum. Acaba bu proje yöneticilerinin, üst yönetimleri ağız birliği mi
yapmıştı? Biraz düşük bir ihtimal. Peki kültürel olabilir mi; yani yukarıdaki senaryolar
yalnızca Türkiye'de mi yaşanıyor acaba? Hayır, hiç sanmıyorum, çünkü eğer öyle olsaydı,
1960 yıllarda proje uygulamalarını arttıran Amerikan şirketleri şu anda böyle problemleri
yaşamıyorlar ve Amerika kaynaklı yayınlar da benzer senaryolar üzerine makaleler
yayınlamıyor olurlardı. Fakat, incelediğim kadarıyla pek çok yabancı kaynak, halen
projelerin tamamlanma sürelerinin öngörüsü üzerine ve bu öngörü esnasında proje
yöneticileri ile üst yönetimler arasında yaşanan çatışmaların nasıl giderileceğini uzun uzun
incelemekteler.

Üst yönetimle, proje yöneticileri (PY) arasında proje süresinin öngörüsü hakkında
yaşanan çatışmaların temelinde pek çok sebep olabilir;
Örneğin: Üst yönetim bir proje öngörüsünde bulunurken, içinde bulunduğu rekabet
şartlarını düşünecektir. Nitekim, piyasaya zamanında girebilmek ve pastadan daha fazla
pay kapma isteği (ki cok doğaldır ve şirketin hayatının devamı için kaçınılmazdır) proje
süresinin olabildiğince kısa tutulmasına sebep olabilir.
Veya üst yönetim, projenin teknik içeriği hakkında pek fazla birşey bilmemesine rağmen,
imkansız denecek kadar kısa bir süre öngörmüş olabilir. Aslında burada hem üst yönetim
hem de PY magdur durumdadır, çünkü projenin süresini PY'e sorsalar, belki de 6 aylık
proje süresine 10 ay diyecektir. Karşılıklı güvensizlik durumlarında genelde geçerli olan
uygulama "Pazarlık" usülü proje süresi tahminlemedir. "Kim ne koparırsa kar" felsefesinin
en güzel örneği yaşanır, bu tip proje süresi belirleme yaklaşımında.
Yukarıdaki yöntemlere çoğunuzun aşına olduğunu ve iş hayatında karşılaştığınız durumlar
olduğunu tahmin ediyorum. Bilimsel araçlardan yoksun bu proje süresi belirleme
yaklaşımlarına yakında kahve, el veya tarot falı ile proje süresi tahminleme yöntemleri de
eklenirse belki de fazla şaşırmamak gerek...

Şaka bir yana, proje sürelerinin tahminlenmesinde veya belirlenmesinde oldukça ciddi
uygulamalar yabancı kaynaklarda pek çok kez yer almıştır. Ve dogru geliştirilebilen proje
süresi tahminlerinin, projenin başarısızlık riskini azalttığını da biliyoruz.
Proje süresi tahminlemede oldukça etkili tekniklerden bir tanesi de Delphi Tekniği olarak
adlandırılan ve temelinde oldukça yoğun istatistiksel hesapların olduğu bir tekniktir. Fakat
bazı varsayımlar ile bu yoğun istatistik hesapları basite indirgenebilir ve pek cok PY
tarafından kullanılabilir bir hale getirilebilir.

Tekniğin detaylarına baktığımızda metodolojik çalışma önem kazanmaktadır. Yani
öncelikle doğru tanımlanmış bir proje tanımlama dökümanın yaratılması, daha sonra bu
dökümanda tanımlanan hedeflere ulaşmak için gerçekleştirilmesi gereken aktivitelerin İş
Ayrışım Yapısına (WBS) göre disipline edilmesi ve bu aktiveteler üzerinde tahminlerin
geliştirilmesi gerekmektedir. Bu tahminleme çalışmasının sonucunda ise Kritik Yol Analizi
(CPM) veya PERT teknikleri ile proje süresi belirlenebilir. Böylece elle tutulur, gözle
görülür veriler ışığında proje süresi ortaya çıkarılmış olacaktır.

Delphi Tekniği yaklaşımı, her hangi bir aktivitenin ne kadar sürede gerçekleşeceğini
belirlemede tek bir kişinin karar vermesini engelleyen, tek bir değer tahminlemesine
(nokta tahmini) rakiptir. Bu teknikte açıkca tanımlanmış işle ilgili süre tahmini
yapabilecek kişilerden, farklı durumlar için tahminler alınması önerilmektedir.
Tekniği bir örnek üzerinde açmak gerekirse;

Ali KAPTAN, Proje Yöneticisi, kendi projesinde kullanması gereken bir parçanın üretim
bölümünde ne kadar sürede yapılabileceğini bilmiyordu. Yaptığı kısa bir araştırma
sonunda böyle bir parçanın önceden şirkette üretilmediğini ve bu parçanın emek yoğun
olarak üretilmesi gerektiğini öğrendi.

Böyle durumlarda genelde PY'ler işi yapacak olan kişiye sorarak tek bir süre değeri almayı
yeterli görebilirler.

Ali KAPTAN, bu işi yapacak olan Kalfa Ahmet'e bu işi ne kadar zamanda yapabileceğini
sordu. Ahmet de araya girebilecek işleri, kendinin şu anki iş yoğunluğunu ve biraz da
kendince düşündüğü risk paylarını gözönüne alarak böyle bir iş için gerekli olan süreyi Ali
Bey'e söyledi. Ali Bey de bu sürenin çok uzun olduğunu biraz daha kısaltması gerektiğini
söyleyerek, alışık olunan pazarlık usulü yöntemle süreyi belirlediler.
Yukarıda görüldüğü üzere, işi yapacak olan kişi genelde en kötü şartları, işi yaptıracak
olansa en iyi sartları düşünerek, tek bir süre değerinde mutabık kalmaya çalışmaktalar.

"6 ay sonra"
Ali KAPTAN geçmişteki projesinde bazı süre hataları yapmıştı. Henüz bir hafta önce
başlayan yeni projede de Proje Yöneticiliği görevi kendisine verilmişti. Şu anda eski
projeden kazandığı deneyimlerle birlikte geçen hafta katıldığı "Proje Yönetimi Metodolojisi
ve Uygulamaları" konulu eğitimde de Delphi Teknigi ile tahminleme yöntemi öğrenmişti.
Artık hem deneyimini hem de metodolojik bilgilerini yeni projesinde kullanabilirdi.
Bu tekniğe göre, süresini kendi deneyimleriyle tahmin edemediği ve proje için oldukca
önemli olan aktiviteleri öncelikle detaylı olarak tanımlaması gerekiyordu. Daha sonra işle
ilgili bilgi sahibi olan, işin yapısını anlayabilecek kişileri seçecek ve onlara tanımlanmış
olan bir işin ne kadar süreceğini üç farklı açıdan değerlendirmelerini isteyecekti.
Bu üç farklı durum; iyimser (herşey yolunda giderse), yaklaşık (normal şartlar altında),
kötümser (herşey ters giderse) olarak tanımlanır.

Yukarıdakı esaslara göre, tahminde bulunacak kişilerin kimsenin yorumlarından
etkilenmemiş olması yani tamamen bağımsız olmaları gerekmektedir.
Ali KAPTAN, yukarıdaki esaslara göre 5 kişilik bir tahminleyici grubu belirledi ve
kendilerinden, açıkca tanımlanmış aktivite için farklı durumları gözönüne alarak, 3 tane
değer vermelerini istedi.

Tahminleyicilerden gelen veriler şu şekilde oldu:
(Gün) İyimser (a) Yaklaşık (b) Kötümser (c)
Tahmin 1 2 3 5
Tahmin 2 1 2 6
Tahmin 3 6 8 10
Tahmin 4 4 7 15
Tahmin 5 2 5 9
ORT 3 5 9

Gelen verilerden İyimser, Yaklaşık ve Kötümser değerlerin ortalaması alınmıştır.
Yukarıdaki tahmini değerler üzerinde bazı yorumalara gidilebilir. Örneğin;
3.Tahminleyicinin, işi yapacak olan kişiyi sevdiğini, bu yüzden işini rahat rahat yapması
için geniş zaman bıraktığını, buna karşılık, 2.Tahminleyicinin işi yapacak olan kişiyi
sevmediğini; yani subjektif yargılarınının işin süresi üzerinde etkili olabileceğini
düsünebiliriz.

Delphi tekniği sayesinde tahminleyicilerin kişisel görüşlerinden kaynaklanan subjektif
davranışlar da yok edilmektedir. Doğal olarak, bu teknikte olabildiğince çok veri
toplanmasında fayda vardır.
Bu ortalama değerleri kullanarak da bir aralık tahminleme çalışması yapılabilir.
X, Ortalamaların Ortalaması olmak üzere;

X= (ORTa + 4*ORTb + ORTc) / 6
X= (3 + 4* 5 + 9) / 6
X= 32 / 6 = 5.3 gun

S, Standart Sapma olmak üzere;
S= (ORTc - ORTb) / 6
S= (9 - 3) / 6
S= 6 / 6 = 1

Sonuç olarak; bu aktivite 6+1 veya 6-1 gün arasında gerçekleşme olasılığı yüksektir.
5-7 gün arasında gerçekleşmesini bekleyeceğimiz gibi, işin 5 günde bitmesini isteyebilir
fakat 7 günde bitse de bu durumu yadırgamamamız gerektiğini biliriz.
Yukarıdaki örnek oldukça basit olarak hazırlanmış olmakla birlikte, istatistik kitaplarında
oldukca yoğun işlemlerle karşılaşılır.
Tabiki bir projede yüzlerce aktivite olduğunu düşündüğümüzde bu çalışmanın oldukca
fazla zaman kaybettireceği açıktır. Fakat bu yöntemin tüm aktivitelere uygulanması
yerine, riskli gözüken aktivitelerde veya önemli proje aşamaları için uygulanmasında
büyük yararlar sağlanabilir.
Yapılacak daha yoğun istatistiksel çalışmalar sonucunda projelerin üç farklı durum için
tamamlanma süreleri, aktivitelerin kritik yola girme olasılıkları gibi bilgilerin ortaya
çıkarılabileceği gibi, PY için de alternatif planlar yaratılmış olacak ve proje sürecindeki
gelişmeler dikkate alınarak, hangi önleyici veya düzeltici faaliyetlerin devreye girmesi
gerektiğine karar verilecektir.
Yukarıda tanımlanan yöntem yalnızca bir araç olup, kesin doğru verilere ulaşmanızı
sağlamayabilir. Fakat projelerde genelde dikkate alınmayan farklı durumların ele
alınmasında yardımcı olacağı savunulmaktadır.
Delphi Tekniği ile ortaya atılan proje tamamlanma süresi öngörüleri, Microsoft Project
98/2000 yazılımı ile de tanımlanabilir ve raporlanabilir.
Yazan: Gökrem TEKİR